
Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor: "Şüphesiz sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de Rabbinizim. Öyleyse benden sakının." (Mu'minun, 23/52) Bir başka âyet-i kerimede de şöyle buyurmaktadır: "İşte sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse bana ibadet edin." (Enbiya, 21/92) Resulullah (s.a.s.) de bir hadisi şerifinde şöyle buyurmuştur: "Mü'minlerin birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet etmede ve birbirlerine acımadaki örnekleri adeta bir beden örneğidir. Onun bir organı rahatsız olduğunda diğer organları da uykusuzluk ve ateşle ona katılır."
Burada Müslümanların ümmet olarak bütünlüğüne, birliğine dikkat çekilmekte, her zaman birbirleriyle dayanışma içinde olmaları gerektiği vurgulanmaktadır. Zaten sömürgeci güçlerin Müslümanlar üzerinde dünyevi üstünlük sağlamaları ve onları siyasi yönden hâkimiyet altına almaları da bu şuurun yani ümmet şuurunun zayıflatılmasından sonra olmuştur. Ümmet bilincinin kaybedilmesinde en etkili akımın da kavmiyetçilik akımı olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu konuda şimdiye kadar çok şey söylenip yazıldığından fazla kelime sarf etme gereği duymuyorum. Ancak, "Yiğit düştüğü yerden kalkar" atasözünde vurgulanan gerçeği dile getirerek Müslümanların yeniden üstünlük sağlamalarının, siyasi otoritelerini oluşturmalarının ancak yeniden ümmet şuuruna, dayanışma ve güç birliği anlayışına kavuşmalarıyla mümkün olabileceğine dikkat çekmek istiyorum.
Bugün Müslümanların en azından birbirlerini tanıma, aralarında daha sıkı bağlar kurma ve evrensel İslâmi düşünceyi yaygınlaştırma çabaları içine girmeleri ümmet şuurunun yeniden canlanmaya başladığını gösteriyor. Baskı ve zulüm altındaki Müslümanlara maddi ve manevi yönden yardımcı olma ihtiyacı da bu şuurdan kaynaklanmaktadır. Felaketler karşısındaki dayanışma konusunda bugün geçmiştekine nispetle çok daha büyük bir gayret gösterilmesi bu bilincin güçlendiğinin önemli göstergelerinden biridir. Fakat hiçbir zaman gelinen noktanın son nokta olduğunu düşünmemek sürekli ileriyi hedeflemek, her gün bir adım daha ileri geçmeye çalışmak gerekir.
Ümmet şuurunun ortaya çıkaracağı güç, dayanışma ve işbirliği İslâmi uyanış hareketlerinin altını oymaya çalışan baskıcı yönetimlerin de hızını kesmeye yarayacaktır.
Müslümanların birbirlerinin dertleriyle dertlenmeleri ve yaralarına merhem olmaya çalışmaları sahip oldukları inancın kendilerine yüklediği sorumluluk ve kazandırdığı duyarlılıktır.
Bu dayanışma sadece maddi destekten ibaret değil. Aynı zamanda manevi bir köprü, sevgi bağı ve kardeşlik bağlantısı kurulmasına vesile oluyor. İnsanlarımız bu vesileyle daha önce hiç isimlerini duymadıkları ülkelerde ve beldelerde de kardeşlerinin olduğundan haberdar oluyorlar. Bu kardeşler arasında dayanışmanın kardeşlik bağlantılarının da güçlendirilmesine vesile olacağını düşünüyorlar.
Zorluklar ve felaketler insanların bu dünya hayatında bir imtihan ile karşı karşıya olması sebebiyledir. Çünkü dünya hayatı kısadır ve bu hayat süresince insanın karşısına çıkan zorluklar ve nimetler birer imtihan soruları gibidir. Zorluklarla yerine göre sabır ve tevekkül, nimetlerle şükür, onun gerçek sahibi bilme, hakkını verme ve gurura kapılmama denemesine tabi tutulmaktayız. Dünya hayatında bütün herkes için zorluk da var kolaylık da. Ahirette ise herkes bu sınavdan alacağı puana göre bir karşılık bulacak ve ya sadece zorluk ya da sadece bolluk ile karşı karşıya gelecektir.
Bazı zorluklar kişinin tek başına kaldırabileceğinden büyüktür. Dolayısıyla aile efradı ve yakınların da destek vereceği bir dayanışmaya ihtiyaç duyulur. Zorluklar büyüdükçe dayanışma halkasının da genişlemesi gerekir ki ümmet dayanışması ve bilinci bu açıdan da ehemmiyet arz eder. Yerine göre sadece insan olma özelliği de bu dayanışma halkasına katılmayı zorunlu kılar ki bizim inancımız bizimle aynı inanca sahip olmayan insanlara hatta başka canlılara ve tabiata karşı da önemli sorumluluklar yüklemektedir.
Şüphesiz kainatın tek yaratıcısı ve mutlak hakimi olan Allah yarattıkları üzerinde mutlak tasarruf gücüne ve hakkına sahiptir. Kendine kulluk görevini yerine getirmeleri üzere yarattığı insanları da zaman zaman çeşitli musibetlerle imtihan eder. Bu imtihan için mutlaka insanların günahkar olmaları da şart değildir. Fakat yine de insanların başlarına gelen musibetler genellikle onların elleriyle kazandıklarındandır. Üstelik Allah insanların yaptıklarının hepsini de cezalandırmaz, birçoğunu affeder. Allahu Teala bu tür musibetlerle insanlara hem ibretlerini gösterir, hem de onlardan inkâr edenlere yaptıklarının cezasını kısmen bu dünyada tattırır, iman edenleri de bu tür musibetlere çarptırarak onları, günahlarının bir kısmına keffaret kılar. Allah'ın bu tür musibetleri iman edenlerin günahlarına keffaret kılması ise onlara merhamet ve lütfundandır.
Yüce Allah, sıkça okuduğumuz bir ayet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır:
"Onlar başlarına bir musibet geldiğinde: "Şüphesiz biz Allah'a aidiz ve O'na döneceğiz" derler." (Bakara, 2/156)
Mümin bir kişinin başına geleni Allah'a isyan ve serzeniş vesilesi kılması asla söz konusu olamaz. Çünkü ya bu musibet onun günahlarına keffaret olacaktır, ya da bir ibret vesilesi olacak böylece hatalarından dönmesini Allah'ın huzuruna tevbe etmiş, günahlarından arınmış bir kul olarak çıkmasını sağlayacaktır. Kıyamet ve sonrasının musibetleriyle kıyaslandığı zaman da dünya musibetleri çok küçük kalmaktadır. Onun için yukarıdaki ayeti kerimede kendilerinden övgüyle söz edilen Müslümanlardan olmaya çalışmak ve: "Şüphesiz biz Allah'a aidiz ve O'na döneceğiz" demek gerekir.
Bir ayeti kerimede de şöyle buyurulmaktadır:
"Yoksa siz, sizden önce geçenlerin başlarına gelenin benzeri sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öylesine darlık ve sıkıntı içerisine düştüler ki, peygamber ile yanındakiler "Allah'ın yardımı acaba ne zaman?" diyecek kadar sarsıldılar. Bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır." (Bakara, 2/214)
Demek ki musibetler, darlıklar, sıkıntılar, zorluklar sadece bize has değil. Bizden öncekiler de benzer sıkıntıları hatta daha fazlasını yaşadılar. Ama eğer Allah'a tevekkül eder, O'na yönelirsek Allah'ın yardımı yakındır.
Zorluklar da her zaman cezalandırma olmaz; yerine göre sabır imtihanı olabilir. Nitekim Yüce Allah peygamberlerini en büyük zorluklarla imtihan ederek onları güçlü bir sabır eğitiminden geçirmiştir.
Bu itibarla tabii afetler yerine göre ikaz, yerine göre bir sabır imtihanı olabilir. Dolayısıyla musibetlere binaen belli toplumları veya kişileri mahkûm etmeye kalkışmamız bizi sorumluluk altına sokabilir. Bunun yerine dersler ve ibretler çıkarmamız daha isabetli tespitlere götürebilir. En başta çıkaracağımız ders ise dünya hayatının ve nimetlerinin geçiciliğini biraz daha yalın gözle görebilmemizdir. Aslında bunu herkes görür. Ama yine de çoğunluğun yatırımı geçici olan dünya hayatınadır. Ahiret birçoklarına çok uzak gelir. Dünya hayatının çekiciliği sebebiyle insanların çoğu da zaten ahiret hayatı hakkında tereddüttedir. Oysa ahiret insana bir ölüm kadar yakındır. Ölümün ise ne zaman gelip yakalayacağı bilinmez. Bazen bir felaket yoluyla uğrayarak binlercesini alıp götürebilir. Dünya nimetlerinin de bu felaketlere direnecek hali yoktur. Kalıcı olan Yüce Allah'ın takva sahiplerine tahsis ettiği ahiret yurdu ve nimetleridir.
Bu felaketler bir sabır imtihanı olduğu gibi aynı zamanda kardeşlik ve dayanışma imtihanıdır. Yüce Allah mü'minleri birbirleriyle imtihan etmekte ve kardeşlik ruhunun kendilerinde ne şekilde tecelli ettiğine bakmaktadır. Ne yazık ki bugün Müslümanlar olarak ümmet olamamanın ciddi sıkıntılarını yaşıyoruz. Siyonist saldırgan devletin İslâm âleminin kalbine bir hançer gibi saplanması, emperyalist güçlerin saldırı ve işgallerinin birer kâbus gibi çökmesi hep bu yüzden. Yeniden ümmet olmaya, bütünleşmeye, yükleri birlikte kaldırabilmek için yardımlaşmaya ihtiyaç var. Zaten çağdaş Siyonist-haçlı ittifakının en büyük korkusu da bu. Ama onlara korktuklarını göstermek lazım.
İslam ümmeti olarak yeni bir Ramazan ayını karşılıyoruz. Oruç en başta Allah'a kulluk görevinin hakkıyla yerine getirilmesi amacıyla tutulur. Çünkü oruç bir ibadettir. Ancak bu ibadetin bazı hikmetleri de bulunmaktadır ki bunlardan biri açlık ve sıkıntı içindeki Müslümanların bu sıkıntılarının hissedilmesi, dolayısıyla onlara karşı ilginin artmasıdır. Tabii ki bunun da bir amacı var: Yardımlaşma ve dayanışma. Hatta bunun kısmen pratiğe yansıması amacıyla Ramazan'a mahsus olarak sadaka-i fıtır (fitre) denilen bir sembolik tasadduk uygulaması konmuştur.
Ne yazık ki İslam ümmetinin başsız kalmasından ve İslam coğrafyasının küçük parçalara ayrılmasından sonra dünya Müslümanlarının ilgi alanları da sınırlandırıldı. Ümmet kimliğiyle birlikte ümmet bilinci de kaybolmaya başladı. Oysa İslam'daki kardeşlik anlayışı coğrafi sınırları, ulusal kimlikleri, etnik ayrılıkları aşan bir kardeşlik anlayışıdır. Dolayısıyla Müslümanların Ramazan'ın hikmetine mebni dayanışma ve yardımlaşma faaliyetlerinde sınırları aşmaları, ümmet bilincine göre hareket etmeleri gerekir. Ayrıca dayanışma ve yardımlaşmada yakınlığın yanı sıra önceliğin de göz önünde bulundurulması gerekir.
Bu yıl 6 Şubat Pazartesi günü arka arkaya gerçekleşen Kahramanmaraş merkezli depremler Türkiye’nin güneyinde ve Suriye’nin kuzeyinde geniş bir alanı sarstı. Bu sarsıntılar bölgede büyük bir felaket yaşanmasına neden oldu. Yüce Allah’tan felaket sebebiyle hayatlarını kaybeden kardeşlerimize rahmet ve mağfiret, tedavi görenlere acil şifalar vermesini, yuvalarını kaybedenleri yeniden yuvalarına kavuşturmasını diliyoruz.
Bu depremler sonrasında İslam âleminde ortaya çıkan dayanışma ve yardımlaşma ümmet bilincinin bugün düne göre daha iyi düzeyde olduğunu göstermesi açısından dikkat çekiciydi. Bu durum insanlarımızın yeniden İslam’ın değerlerine dönmeleri için yürütülen bilgilendirme ve bilinçlendirme çalışmalarının boşa gitmediğini göstermesi açısından ümit vericidir. Ama hâlâ bu coğrafyada ırkçı ve ayrımcı söylemlerin kendilerine müşteri bulabilmesi hatta bayağı yankılanabilmesi henüz olmamız gerekenin epey gerisinde olduğumuzu göstermektedir. Dayanışma ve güç birliğinin daha iyi düzeylere gelebilmesi için ümmet bilincinin yaygınlaştırılması konusunda ara vermeden çalışmaya devam etmemiz gerekiyor.