
Hayat düsturumuz Kur’ân, Peygamberimizin nübüvvet görevi verilmeden önceki halini açıklarken şöyle buyurur: “Sen Kitap nedir, iman nedir önceleri bilmezdin.”[1] Kitap nedir, iman nedir bilmeyen Peygamberimize, Hırâ Mağarası’nın karanlıklarında gelen ilk vahiy cümleleri ise şöyleydi: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alakdan yarattı. Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin, ne büyük kerem sahibidir!”[2] İşte o mağaranın karanlık geceleri bu ayetlerin nuruyla aydınlandı. Oku, hem de yaratan Rabbin adıyla…
Aslında bu cümleler onun şahsında tüm insanlığa idi. Çünkü insan, neye nasıl inanacağını bilmezse doğru bir inancın sahibi olamazdı. Onun için okuyacaktı, öğrenecek, anlayacak ve anladıklarının gereğini yapacaktı. Hem de bu süreç beşikten mezara kadar sürecekti. Zira öğrenmenin yaşı, zamanı ve mekânı yoktu. İnsan Yüce Yaratıcının kendisine bahşettiği kalp, akıl, göz, kulak ve benzeri alıcılarını hakikate açacak, gördüklerini okuyacak ve hep öğrenecekti. Böylece atası Hz. Âdem gibi eşyanın hakikatini tanıyacaktı. Doğru bilgiyi kuşanacak, kulluk yarışında melekleri geçecekti. Bu büyük hedefler için hep koşturacak ve okuyup anlayacaktı.
Daha ilk ayette oku emrinin, Yaratan Rabbin adıyla kayıtlanması da anlamlıydı. Zira asıl olan Rable irtibatlı olan, kişiyi Rabbe yaklaştıran, O’nun yolunda tutan ve o yolda ilerlemesini sağlayan okumalardı. Yoksa tarihte, okuyup pek çok ilim sahibi olduğu halde Rabbin yolundan sapan ve insanları saptıran nice insan gelip geçmişti. Kur’ân böylelerini kitap yüklü eşeklere ve soluyan köpeklere benzeterek en ağır teşbihlerle insanlığı uyarıyordu.
“Kendilerine Tevrat öğretildiği halde, onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklenmiş merkebin durumu gibidir. Allah'ın ayetlerini yalanlayan kimselerin durumu ne kötüdür! Allah zalimleri doğru yola eriştirmez.”[3]
“Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz ayetlerden sıyrılarak azgınlıklardan olan kişinin olayını anlat. Dileseydik, onu ayetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Durumu, üstüne varsan da, kendi haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalan sayan kimselerin hali böyledir. Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler. Ayetlerimizi yalan sayan, kendine zulmeden toplum ne kötü bir misaldir!”[4]
İlk inen ayetlerde ‘kalem’e vurgu yapılması da ayrı bir öneme haizdi. Zira insanlık tarihi boyunca mahiyeti değişse de kalem, bilginin yazıya geçmesi ve koruma altına alınması, sonraki kuşaklara aktarılmasına vesile olan önemli bir araçtı. Kalem, Yüce Yaratıcının ilk yarattığı şeylerdendi. Kalem, ilk gelen surelerden de birinin adıydı. Kalem Suresi’nin ilk ayetlerinde Kaleme ve kalemle yazılan yazıya yemin edilerek kalemin önemine ve kalemşörlerin sorumluluğuna dikkat çekilmekteydi: “Nûn! Kalem ve onunla yazılanlara and olsun!”[5]
İlk gelen ayetlerde oku emrinin iki defa tekrarlanması da anlamlıydı. Buna göre insan, hem Kâinat kitabını okuyacak hem de kendisine ilahî bir lütuf olarak sunulan Kur’ân kitabını okuyacaktı. Zira her iki kitabın ayetleri birbirini açıklıyor ve destekliyordu. Doğru anlaşılırsa her iki kitabın ayetlerinde bir çelişki ve tutarsızlık yoktu. Her iki kitabın ayetlerinin sahibi de Yüce Allah’tı.
Sözgelimi insan, bir taraftan gökteki güneşi (şems) okuyacak, onun üzerinde derin düşünecekti; yanısıra Kur’ân’daki güneş Şems Suresi’ni ve güneşle ilgili ayetleri okuyacaktı. Bir taraftan gökteki ayı (kamer) okuyacak, onun üzerinde durup düşünecek, yanısıra Kur’ân’daki Kamer Suresi’ni ve ayla ilgili ayetleri okuyacaktı. Bir taraftan gökteki yıldızları (necm) okuyacak, onlar üzerinde durup derinlemesine düşünecek, yanısıra Kur’ân’daki Necm Suresi’ni ve yıldızlarla ilgili ayetleri okuyacaktı. Bir taraftan bal arısını (nahl), karıncayı (neml), örümceği (ankebût), fili, inciri (tîn), gök gürültüsünü (ra’d), demiri (hadîd) okuyacak, bunların üzerinde durup derinlemesine düşünecek; yanısıra bunların surelerini ve bunlarla ilgili ayetleri okuyacaktı. Bir taraftan insanın kendisi üzerinde durup düşünecek, yanısıra İnsan suresini okuyarak bilgisini kemale taşıyacaktı. Bu ikili ve çok yönlü okumalarını kesintisiz sürdürecekti. Çünkü ilmin sınırı yoktu, insanın ömrü ve imkanları ise sınırlıydı.
GERÇEK ÂLİM, İLMİYLE EYLEMİNİ BÜTÜNLEŞTİRENDİR
Kur’ân’a göre âlim, ilminin hayrını gören kimsedir. Âlim, öğrendiklerini hazmeden, içselleştiren ve hayatına yansıtan kimsedir. Onun için gerçek âlim, ilmiyle eylemini bütünleştiren kimsedir.
Kur’ân’ın hedeflediği ilim adamı, münevverdir. Münevver, aydınlanmış ve aydınlatan demektir. Ama o ışığını, bir adı da en-Nûr olan Yüce Allah’tan ve O’nun kadîm Kelamından alan kimsedir. İlmi kendisinde kalmayan, kendi yolunu aydınlattığı gibi başkalarının yolunu da aydınlatan; kendi yönünü belirlediği gibi başkalarına da yön veren şahsiyet. Pasif, edilgen olan değil; ilminden aldığı cesaretle aktif olan, gündemi belirleyip gidişata yön veren, bu kutlu yolda ilerlerken Allah’tan başkasından çekinmeyen kimsedir. Çünkü Kur’ân’ın âlimleri yalnızca Yüce Yaratıcıyı hesaba katarlar ve yalnızca O’ndan sakınırlar ve yalnızca O’na verecekleri hesabı düşünürler, öncelikle O’nun hatırını ve rızasını gözetirler: “Allah'ın kulları arasında O'ndan korkan, ancak bilginlerdir.”[6]
Yüce Allah, o gerçek ilim adamlarını kendi zatıyla ve melekleriyle birlikte anmıştır: “Allah, melekler ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri, O'ndan başka tanrı olmadığına şahitlik etmişlerdir.[7] Bu ilim adamları için büyük bir lütuf ve ayrıcalıktır. Onlar toplum önderleri, hayır ve iyilik öncüleridir. Onlar, bilinçlendirme ustaları, bilge kişiliklerdir. Onlar, toplumu hakikat ilmikleriyle tel tel dokuyan ve inşâ eden ustalardır. Semerkandî bu ayetin tefsirinde şunları söyler: “Bu ayet, ilim ehlinin faziletini açıklamaktadır. Şöyle ki Yüce Allah önce kendi zatının hakikatin şahidi olduğunu söylemiş, hemen arkasından bu tanıklığa melekleri, onun akabinden de ilim adamlarını zikretmiştir.”[8] Buna göre gerçek ilim adamı, her zaman ve her şartta hakikatin tanığıdır, hakikati söylemekten hiçbir şey onları alıkoyamaz. Onlar adalet ve hakkaniyetten ayrılmayan ve adaletin hakimiyeti için çalışanlardır. Yine Onlar ilmi her şeyi kuşatan Yüce Allah’ın ilminden nasiplenmek için gayret edenler, melekler gibi süflî şeylerden ve günahlardan kendilerini koruyanlardır. Onlar Peygamberin izini takip eden ve onun ilim-irfanına vâris olan Peygamber vârisleridir. Onun için Yüce Allah, peygamberine başka bir şeyin artırılması için değil de ilminin artırılması için dua etmesini emretmiştir: «Rabbim! ilmimi artır» de.[9] Şayet ilimden daha hayırlı bir şey olsaydı, Yüce Allah onu artırmasını ona emrederdi.[10]
KUR’ÂN VE GÜNÜMÜZ OKUMALARI
Kur’ân, Yaratan Rabbin adıyla okumayı emrediyor, günümüzde çoğu insan Yaratan’dan bîhaber bir okumanın içerisinde bulunuyor. Gözlerim bozulur dile okumaktan korkan, beynim eskir diye düşünmekten korkan nice insan var etrafımızda.
Kur’ân, Kâinat kitabı ile Kur’ân Kitabının birlikte okunmasını istiyor, günümüz insanı ise tek taraflı okuyor. Kimi yalnızca Kur’ân ve şerî ilimler okuyor; kimi de yalnızca müspet bilimleri okuyor. Halbuki tek kanatla uçulamayacağı herkesin bildiği bir gerçek.
Kur’ân, derinlemesine okumayı emrediyor. Günümüzde çoğu insan ise yüzeysel okumaları tercih ediyor. Dünyevî sınavları geçmek için okuyor, sınavlardan sonra ise okuyup öğrendiklerini unutmaya terk ediyor.
Kur’ân, sahiplenilen ilmin gereğini yerine getirmeyi emrediyor, günümüzde çoğu insan ise bildiklerini yaşamayı öncelemiyor. Sözgelimi yalanın yanlış olduğunu bilen nice insan, yalan söylemekten çekinmiyor. Sigaranın zararlı olduğunu bilen pek çok insan, ondan vazgeçemiyor. Namaz kılmanın gerekli olduğunu bilen nice insan, namazlarını aksatıyor! Adaletin erdem olduğunu bilen pek çok insan, kendine, eşine dostuna, hem cinsine zulmetmekten kaçınmıyor!
Kur’ân, önce insanın kendini, kendi yaratılışını okumasını, öncelikle kendisini tanımasını istiyor; ama çoğu insan kendini tanımıyor. Kendini tanımayan insan ise Rabbini tanımaktan uzak kalıyor! Sonuçta şairin dediği oluyor:
“İlim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsin, bu nice okumaktır!
İlim elinde çıra, yak da Mevlâyı ara.
Bilmek olmak değildir, olmaya bak olmaya!”
Kur’ân, okumayı kalemle birlikte zikrederek yazmayı da istiyor, öğrenilenlerin tespit edilmesini, sonraki kuşaklara miras bırakılmasını arzu ediyor. Günümüz insanı ise, yazmayı sevmiyor, yazmaya üşeniyor, onu düşünmüyor bile!
[1] Şûrâ 42/52.
[2] Alak 96/1-5.
[3] Cuma 62/5.
[4] A’râf 7/175-177.
[5] Kalem 68/1.
[6] Fâtır 35/28.
[7] Âlu Imrân 3/18.
[8] Semerkandî, Bahru’l-Ulûm.
[9] Tâhâ 20/114.
[10] Kurtubî, Tefsîr.